Tarihten Işık Almak
TARİHTEN IŞIK ALMAK
Tarih analizi, özellikle İslâm tarihinin analizi tek zaviyeden ele alınacak bir konu değildir. Onun; öncesinden devraldığı miras ile içinde bulunduğu sosyâl, siyasal, askerî ve hukukî şartların göz önünde bulundurulması, gelişmelerin buna göre ve ihtimamla değerlendirilmesi gerekir. Aksi takdirde söz konusu tarihî bir devri, kısır bakış açısıyla, eksik ve hatalı anlamış oluruz. Bu da, üzerine bina edeceğimiz söz konusu tüm tarihî analizlerin yanlış temellendirilmesine sebep olabilir.
Tarihe dair müzakerelerde “birbiriyle tam aksi değerlendirmelerin yapılıyor olması” genelde bu bakış zenginliğinden mahrum olmanın tabiî bir sonucu olsa gerek. Sapla samanı birbirine karıştıran ve elma ile armudu aynı kategoride mukayese eden bir ölçüm cihazından elde edilen verilerin güvenilir olması mümkün değildir. Bu nedenle tarihî olaylara yaklaşırken, önce ele alınan unsurun her bir aksiyonunu kendi içinde anlamak, sonra da tümü hakkında irtibat kurmak ve total kanaate ulaşmak daha doğru bir yoldur.
Özellikle Asr-ı Saadet sonrası İslâm tarihine bir taraftan bakıldığında muazzam bir tekâmül, diğer taraftan bakıldığında iktidar kavgası; bir taraftan bakıldığında medenî inşâ faaliyetleri, diğer taraftan bakıldığında siyasi cinayetler; yine bir taraftan bakıldığında dönemin avrupasına ışık tutucak ilmî inkişâf, diğer taraftan bakıldığında cahilî kabîlecilik ruhu görülebilmektedir.
Ancak bunları, ne orta çağı karanlığa gömen ne de modern yüzyılı ifsad eden batı ahlâkıyla mukayese etmek asla mümkün olmaz. Zira cahiliye temelleri üzerine bina edilen bir medeniyet örgüsünün “totalde” fayda sağlaması söz konusu değildir. 20. yüzyıl dünyasında, bir asra sığan bunca sosyo-ekonomik, siyasal, askerî ve medenî ahlâk anlayışlarının sürekli kabuk değiştirmeleri bu açıklamaya örnek gösterilebilir.
Kraliyet/Saltanat dükalığının ardından peşi sıra gelen komunizm, faşizm ve liberalizm hâlâ kendi ayakları üzerinde durabilecek gibi sağlam ve ikna edici bir form düzeyine sahip değil. Demokrasi anlayışı dahi, gerçekte kısmî bir azınlık tarafından etrafı duvarla örülmüş oligarşik sistemden başka bir pratiğe sahip olamamıştır. Küresel icraatlarda malum demokrasi anlayışının acı izlerine tanık olmamızın nedeni de budur. Hâl böyle iken, 7-19. asırlarda akıl almaz bir hızla geniş coğrafî alanlara yayılan ve kontrolü çok zor “farklı etnik köken mensubu” unsurları yöneten müslüman siyasetçilerin bazı konularda yetersiz kalması, ya da yanlış icraatlarda bulunması pekâla mümkündür.
Şüphe yok ki bunların içerisinde, özellikle ırkçı yaklaşımlarla iktidar kavgalarında yaşanan siyasî cinayetler ve geniş kitleleri sindirmeye yönelik katliamlar asla tasvip görmez. Ne var ki totali kurtarmaya yönelik cahilî yöntemler, çoğu zaman adalet erkinin kontrolü dışında gerçekleşmekte; belki de bu sebeple ayrılıkçı düşünceler daha hızlı, isyan duyguları daha şiddetle körüklenmiş olmaktadır.
Asr-ı Saadet sonrası İslâm coğrafyalarında kurulan imparatorluklar da “gücü önceleyen” zaaflardan tamamıyla münezzeh olmamıştır şüphesiz. Nitekim söz konusu toplumlarda kuruluş felsefesi zamanla hanedan zihniyetine terk edilmiş, iktidar kavgası hanedan üyeleri arasında çatışmalara yol açmış, ırk mensubiyetine dayalı hakimiyet arayışları artmıştır. Yukarıda zikredilen sebeplerin tümü bir araya gelince de devletlerin çöküşü kaçınılmaz olmuştur.
Ancak İslâm imparatorlukları, gelecek nesillere ve özellikle modern dünyaya öncülük edecek ölçüde eşsiz eserler bırakmıştır. İslâmî ilimlerin tedvin ve tasnifinde olduğu gibi Tıp, Astronomi, Matematik, Edebiyat, Şiir, Mimarî ve sair alanlarda da söz konusu imparatorlukların imzası vardır. Şimdi bu dönemleri ırkçı yaklaşımlarla ele alırsak “hem türk düşmanı, hem arap düşmanı hem de acem düşmanı” yaftasını vurmamız pek zor olmaz. Zira bazen Araplar, bazen Türkler, bazen de Farslar imtiyaz sahibi olmuşlardır. Ya da bu imtiyaz farklı bölgelerde farklı unsurları içermiştir.
Bu dönemleri mezhebî yaklaşımlarla ele alacak olursak “hem sünnî karşıtı, hem şiî karşıtı, hem de mutezile karşıtı” olduğuna dair hükme varabiliriz. Zira bazen sünnîlere bazen de şiîlere daha fazla yetki verildiğini görüyoruz. Diğer mezheplerin özel muamele gördüğü vilâyetlerin varlığı da bilinmektedir. Bunların tam tersi durumlar da vuku bulmuştur.
Bu dönemleri bazı hükümdar ve idarecilerin tasarruflarından yola çıkarak bütünüyle “zalim” olarak yaftalayabiliriz. Yine bazı hükümdarların örnek tasarruflarından yola çıkarak bütünüyle “âdil” olarak yüceltebiliriz. Analizlerdeki sorunların temelinde; analistlerin ırk, mezhep ve dünya görüşü perspektifinden, sadece kendi doğrularına göre yargıda bulunmalarıdır.
Bu konudaki önemli sorunlardan bir diğeri ise, asırlar öncesinin sosyo kültürel ve siyâsî şartlarıyla 21. asrın şartları arasındaki mukayese hatasıdır. Hâlbuki her dönemi kendi şartları içerisinde değerlendirmek gerekir. Hülâsa her devrin insanlığa bıraktığı total miras iyi görülmeli, olumlu örnekler alınmalı, kötü örneklerden ders çıkarılmalıdır. Tarihi olguları, özellikle İslâm tarihini bu bağlamda ele almak gerekir.
21.09.2012
Salih Küçük